Tuesday, June 30, 2009

Datça günleri..

Önce gidiş hazırlıkları, sonrada buraya geldikten sonra yerleşme telaşı derken, blogumu bayağı ihmal etmiş görünüyorum, ama tabi bu demek değil ki hayatımın en güzel yılını yaşamaya devam etmiyorum..

Datça'ya küçük bir valiz kıyafet ama çantalar dolusu okunacak kitap, yazılacak, boyanacak defterler ve kafamda binbir tane proje ile geldim...Ama şimdilik hepsi duruyor. Önce büyük şehirdeki yaşamın yorduğu bedenimi ve ruhumu dinlendirmem lazım. Şimdilik hiç bir şey yapmadan sahil kenarında saatler geçiriyorum, sabahları dalgaların sesi ile uyanıp meditasyon yapmalıyım diyorum. Ama sonra zaten en güzel meditasyon anında olduğumu farkedip, kendimi denizin sesinin huzurlu gelgitlerine bırakıyorum..

Geldiğimden beri tek bir kitabı elimde evirip çeviriyorum. Muhteşem Anne Morrow Lindbergh'in 50 küsür yıl önce yazdığı küçücük kitabı. 'Gift From the Sea - Deniz'den Hediye' Kitabı aldığım 1999 yılından beri, her yaz en az bir kez okuduğum bir kitap. Yıllar içinde benim için adeta tatile başlangıç ritüeli haline geldi bu klasik kitabı okumak. Sonrasında onlarca kişisel - ruhsal gelişim kitabı okudum ama bu küçücük kitabın naif ve basit cümlelerle dolu sayfaları her zaman için en sevdiğim olarak kaldı.. Anne'in Sahil kenarında bulduğu deniz kabuklarında hayatının, hayatımın izlerini sürmeyi en güzel alışkanlıklarımdan biri haline getirdim...

Kitabın başlarında Anne'de benim gibi. Her gün solmuş hasır çantama kitaplar, temiz kağıtlar, uzun zamandır cevaplamayı ihmal ettiğim mektuplar ( e-mail'lerin olmadığı o güzel zamanlar), yeni açılmış kurşun kalemler, listeler ve iyi niyetleri doldurup deniz kenarına iniyorum diyor.. Ama sonra deniz kenarının büyülü huzuruna, yorgun bedenini ve huzursuz ruhunu teslim etmekten başka bir şey yapamıyor ilk hafta. Merak etmeyin diye ekliyor hemen arkasından... 'İkinci haftanın ilk günlerinden birinde, zihniniz uyanacak, yeniden hayata dönecek, yine onun bunun peşine takılıp sürüklenmeye, ve sahildeki dalgalar gibi oyun oynamaya başlayacak...' Sonrasında da deniz kenarında kimbilir ne hazineler bulacaksınız diye bitiriyor paragrafını..

Ben henüz daha ilk haftadayım, ikinci haftada bulunmaya başlaması olası hazinelerimi tabi ki sizlerle paylaşmaya devam edeceğim...

Friday, June 19, 2009

Nefes


'HAYAT ALDIĞIMIZ NEFESLERİN SAYISI İLE DEĞİL, NEFESİMİZİ KESEN ANLARIN SAYISI İLE ÖLÇÜLÜR '
Nefesinizi kesen anların bol olması dileği ile, iyi hafta sonları.....
Fotoğraf: Edie Ross

Wednesday, June 17, 2009

Korkular

'' Hayat bir akıştır. Hiç bir şeyi durduramazsınız. Öyleyse bir şeyden korkmanın manası nedir? Sadece anınızı yaşayın ve tadını çıkarabilecek ne var ise çıkarın. Korkularınız, tam anlamıyla yaşamanıza izin vermez, sizi geriye çeker. Hayatı, tutkularınızı yoğunluğu ile yaşamanıza izin vermez, sizi böler.''

Son dönemde bizde de kitapları sıkça çıkmaya başlayan Osho ya da diğer adıyla Bhagwan Shree Rajneesh çok tartışmalı bir kişilik. 1990 yılında ölmüş olmasına rağmen, zamanında onunla beraber hem Hindistan'da hem de Amerika'da yaşamış müritleri ile aşk ve nefret ilişkisi halen devam etmekte. Hakkında ne düşüneceğimi bilemesem de zaman zaman yazdıklarını okumak bana iyi geliyor.

Fotoğraf: Tayland 'dan

Saturday, June 13, 2009

Yaz

Bizim gibi okullar ile pek ilgisi olmayanlar için değil ama pek çoğumuz için yaz galiba okulların kapanması ile başlıyor. Yaz mevsimi başlayalı benim için bayağı oluyor ama yazısı şimdi yazılıyor ve bu yazıyı yazmaya karar verdiğimde farkettim ki hayatımda her mevsimin farklı bir anlamı varmış. Sonbahar değişimin ve soğuk günlere hazırlığın mevsimiyken, kış evde geçirilen zamanların ve ruhumun sıcaklığın mevsimi. Sonrasında gelen ilkbahar yenilenmenin ve yepyeni olasılıklara açık olmanın mevsimi iken hemen arkasından en sevdiğim geliyor. YAZ.... Güneşin, yanık tenlerin, parmak arası terliklerin, denizin, oyun oynamanın, hayata daha bir pembe bakmanın, tatilin ve keyfin mevsimi..

Geçen haftalarda geçirdiğim diş operasyonu dolayısıyla evde tıkılıp kalmışken, her yeni yılın başında yaptığım yenilenme ve düzenlenme hareketlerini, aslında her mevsim başında da yapmam gerektiğine karar verdim. Her yeni mevsim geçişi ne de olsa geçmişe bakıp, gelecek planları yapmak ve hayatımda aslında nelerin önemli olduğunu yeniden hatırlamak için ideal zamanlardı. İşte yaz mevsimini karşılayışım:

1) temizlik: öncelikle doğal olarak işe evdeki dolaplar ile başlandı. Yazlıklar ortaya çıkartıldı, kışlıklar kaldırıldı, fazlalıklar atıldı, başkalarının işine yarayacaklar verildi. Sonra iş hayatın daha zor alanlarına geldi. Alışkanlıklarıma, ilişkilerime... Oralarda da yenilenme için yeni alanlara ihtiyaç vardı. İşe yaramayanların, beni engelleyenlerin gitmesine karar verildi.

2)canlanma:özellikle diş sorunları ile geçirilen bir dönem sonrası, hem fiziksel,hem duygusal hem de ruhsal yönden yepyeni bir mevsimin getirdiklerinden faydalanmak gerekti. Sevgili ile kısa kısa tatiller planlandı, okunacak kitaplar belirlendi, düzenli meditasyon yapma kararı bir kez daha verildi, uzun zamandır aranmayan arkadaşlar arandı, gidilmeyen yerlere gitme, denenmeyenleri denemeye karar verildi.

3)Düzenleme: Hayat nasıl daha basit yaşanır bir kez daha bakıldı. Dolaplar, çalışma masası düzenlendi, bilgisayardaki fazlalıklar atıldı. Buzdolabından dondurma eksik edilmemeye başlandı. Duvarlara yeni resimler asıldı, koltuklara renkli yastıklar konuldu. Evde ve ruhumda bir yaz havası estirilmeye başlandı..

4)Odaklanma: Yeni bir alana odaklanmaya karar verildi. Hayatıma pozitif değişiklikler getirecek yeni şeyler denemeye, yeni bir konuyu incelemeye, belki yeni bir hobi edinmeye başlamak için bundan daha güzel bir mevsim mi vardı??? İlk olarak uzun zamandır aklımda olan İngilizce blog yazılmaya başlandı, şimdide daha iyi fotoğraf çekmenin yolları üzerine kitaplar okunmaya başladı.

5)Hedefler: Yılbaşında konmuş hedefler yeniden gözden geçirildi. Çok da gerçekci olmayan bazıları yeniden düzenlendi, bir kaç tane yeni hedefin eklenmesine karar verildi. Başarılmış olanlar için kendime kocaman aferinler verildi.

Sunday, June 7, 2009

Hayal edin..

Yabancı bir şehirde son gününüz olduğunu hayal edin. Size yarım gün şehir turu yaptıracak, sonra da havaalanına bırakacak bir araba ile anlaşıyorsunuz. Bavulları arabaya yükleyip şehirde geçirilecek keyifli birkaç saate hazırlandıktan sonra, arabanın arkasına kurulup, manzaranın keyfini çıkartmaya başlıyorsunuz. Ama yaklaşık yarım saat sonra, farkediyorsunuz ki havaalanına yaklaşmak üzeresiniz. Şöfor tüm kızgınlığınıza, bağırmanıza, çağırmanıza karşı duyarsız. Televizyon’da o gün mutlaka seyretmesi gereken bir maç varmış. İyi de konuşsanız, kötü de konuşsanız farketmiyor, bir süre sonra havaalanının önünde bavullarınız ile beraber giden arabanın arkasından bakarken buluveriyorsunuz kendinizi. Şehirde geçirilecek güzel saatler yerine şimdi birden havaalanında öldürülecek uzun saatler beliriyor önünüzde. Yaşadığınız kızgınlığı ve hayal kırıklığını hayal edin…


Bir süre sonra kalkacak bir önceki uçakta boş yer olduğu ortaya çıkıyor. Burada bekleyeceğime bağlantı uçağımı Paris havaalanında beklerim diye düşünerek gönülsüzce de olsa uçağa biniyorsunuz. Saatler sonra Paris havaalanında bir sonraki uçağınızı beklerken, binmeniz gereken asıl uçağın yani AF 447’nin düştüğünü öğreniyorsunuz. Neler hissederdiniz??

Yukarıdaki hikayelerin benzerlerini her uçak kazasından sonra okuyoruz. Uyanamadığı için, arabası arıza yaptığı için, trafik sıkışık olduğu için düşen uçağı son anda kaçıran insanlar. AF 447’den sorumsuz şoförü sayesinde kurtulan ise Hırvat bir denizci. Bu ölçüde dramatik olmasa da aslında benzer olayları günlük hayatımızda da sürekli yaşıyoruz. Herşeyin kontrolümüz altında olduğu gibi bir yanılgı ile yaşarken, birden bir şeyler ters gidince sinirleniyoruz, kızıyoruz, öfkeleniyoruz. Kendimizi yiyip bitiriyor, çevremizdekileri hırpalıyoruz. Kontrolün elden gitmesi çoğu kez bizi çıldırtıyor.

Aslında olanlar ne iyi ne de kötü. Onu iyi yada kötü yapan bizim olaylara duygusal olarak verdiğimiz tepkiler. Tıpkı durakta otobüs bekleyen iki insandan birisi sakin sakin otururken, diğerinin sürekli saate bakarak otobüs geç kaldığı için kızgınlıkla söylenip, kendini strese sokması gibi. Aslında geç kalan aynı otobüstür, ama verilen tepkiler farklıdır.

Hayatın kendi içindeki doğal akışının değerini bilerek, olaylara verdiğimiz duygusal tepkilerin farkında olarak yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Onun akışına kendimizi bıraktığımızda aslında çoğu kez hayatın bize getirdikleri güzel sürprizlerdir. Farkındamısınız ???

Fotoğraf: the dcd empire / flickr

Tuesday, June 2, 2009

Ruhsal Form

Aşağıdaki satırları Tara Brack'ın San Francisco Zen Center'da yaptığı bir konuşmada duydum, inanılmaz sevdim ve hemen tercüme ettim...


EĞER güne kafein ya da mide ilacı almadan başlayabiliyorsanız,


EĞER ağrılarınızı sızılarınızı dikkate almayıp neşeli olabiliyorsanız,


EĞER sürekli şikayet ederek dertlerinizle insanları sıkmamayı becerebiliyorsanız,


EĞERsevdiğiniz insanlar size zaman ayıramayacak kadar meşgul olduğunda onları anlayabiliyorsanız,


EĞER bir şeyler yanlış gittiğinde, hiç suçunuz yokken, insanlar size yüklendiğimde, onları görmezden gelebiliyorsanız,


EĞER size yöneltilen suçlamalara ve eleştirilere gücenmiyorsanız,


EĞER dünyanızda yalana ve hileye yer yoksa,


EĞER stresinizi tıbbi yardım almadan yenebiliyorsanız,


EĞER alkol almadan rahatlıyabiliyorsanız,


EĞER ilaçların yardımı olmadan uyuyabiliyorsanız,






O zaman muhtemelen siz bir köpeksiniz:)))



İnsan olmak aslında çok zor değil mi??

Monday, June 1, 2009

Evren

'Evrenin kesinlikle geliştirebileceğiniz tek bir köşesi vardır ve o da sizsiniz..'

Aldoux Huxley



İYİ HAFTALAR....

Fotoğraf: Dali Sergisinden